top of page

Ha Bugün Ha Yarın 

Either Today Or Tomorrow

H. Cenk Dereli | 02.11.2016 | Manifold |

“Hâlâ yapabiliyorken hayatın tadını çıkartın. Çünkü eğer yeterince şanslıysak her şeyin oldukça kötüleşmesine kadar sadece yirmi yılımız var” —James Lovelock

Huysuz bilim insanlarını, dediğim dedik tavırlarını, sert dillerini ve tokat gibi çarpan açık sözlülüklerini seviyorum. James Lovelock bağımsız olarak çalışan, ulaştığı doğrular konusunda sözünü esirgemeyen bilim insanlarından. 60’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın kızıştırdığı ortamda, nükleer yok oluş senaryoları gündemi kaplarken ekolojik yaklaşımlar da onlara eşlik ediyordu. Karbon salınımına, küresel ısınmaya ve küresel buzul çağına dair modellemeler yapılıyor ve bunların çok marjinal öngörüler olduğu düşünülüyordu. O zamanlar fazla kulak asılmayan bilim insanlarından birisi de Lovelock’tu. Yazının başındaki sözün alıntılandığı 2008 tarihli röportajı vermesinden bir yıl önce yeni çıkan kitabı, The Revenge of Gaia [Gaia’nın Öcü] insanlığın ne yaparsa yapsın yok oluşun eşiğinde olduğunu, 2020 yılında aşırı hava koşullarının iklimin normali haline geleceğini, 2040 yılı civarında Avrupa’nın büyük kısmının çölleşeceğini ve Londra’nın bir kısmının sular altında kalacağını söylüyor, iklimsel verilerin kritik eşiği çoktan aştığını ve başımıza geleceklerin engellenemez olduğunu belirtiyordu. Sürdürülebilir enerjinin yaygınlaşması ve küresel ısınma ile mücadelede küresel uzlaşı eğer 1967’de sağlansaydı, belki yapılacak bir şeylerin olabileceğini 2008 yılındaki bu röportajda söyleyen Lovelock’a göre bugün “artık her şey için çok geç”.

Tabii yaşamak bir umut içimizde.

Türkçe pop müziğinin efsane ismi Kayahan’ın 1991 yılında dediği gibi: “Ha bugün ha yarın oldu olacak / Kaç gün bitti / (...) Çoktan yıkılırdık biz çoktan / Umut olmasa”. Arada Kayahan’ın ve 90’ların yardımına başvurarak “neden olmasın” deyip, bir şeyleri değiştirmek için kendi kabiliyetlerimizi kullanmaya çalışmanın bir sakıncası yok tabii ki.

“I Love New York” sloganına, dünyanın belki de en çok bilinen ve kopyalanan grafik tasarımı ile hayat veren Milton Glaser kendi inisiyatifiyle, küresel ısınmaya dikkat çekmek için 2014 yılında “ısınmıyor, ölüyor” [it’s not warming, it’s dying] sloganına sahip bir kampanya tasarladı. Hashtag’li, karanlıkta parlayan yaka rozetli, tişörtlü bu kampanyanın bir tasarımcı olarak hissettiği kişisel yükümlülüğün sonucu olduğunu söyleyen Glaser, “Başkalarının fikirler ile iletişimini tasarlama sorumluluğuna sahip olan bizlerin, böylesi bir iletişimin sonuçlarının yüküne katlanmamız gerekli. Eğer yaşamı için bir amaç ve tema arayan varsa, insanlık tarihindeki en kötü olayı engellemek başlangıç için iyi olabilir” diyordu. Yarattığı grafiklerin ve kampanyanın, New York kenti için yarattığı kült imge kadar dikkat çekmemesi, kampanyanın web sitesinin şu an çalışmaması ve Twitter hesabında da 2015’ten beri bir hareket olmaması, bu kampanyanın “I Love New York” kampanyasında emlak ve finans şirketlerinin sağladığı milyon dolarlık bütçeye sahip olmaması ile açıklanabilir mi dersiniz?

 

Yerkürenin durumuna dikkat çekmek için herkesin yapabileceği bir şeyler var, tabii ki.

Mesela, yakın zamanda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda küresel iklim değişikliğine dair bir konuşma yapmış olan Amerikalı aktör Leonardo DiCaprio gibi... Pek çok kez aday gösterilmiş olmasına rağmen, ancak geçen yıl Oscar Ödülü’nü kazanmış olan aktörün anlatıcı olarak başrolde olduğu, bu yıl vizyona girecek Before The Flood [Selden Önce] adındaki belgesel, küresel iklim değişikliğine dikkat çekmekte ne kadar etkili olacak, hep beraber göreceğiz. Garip şekilde, insanlık tarihindeki en popüler gemi felaketini, batarak bir yok oluşu konu alan ve gişe rekorları kıran filmin başrol oyuncusu, bu defa suların yükselişi ile oluşacak bir felakete dikkat çekmeye çalışıyor. Bu benzerlik, beyin kıvrımlarımı gıdıklıyor. Bu defa geminin adı Titanic değil, Dünya.

İklim değişikliğine dair küresel politikalar yaratmak için karar alıcılar, çok sık olmasa da bir araya geliyor ve küresel ısınma açısından kritik eşiklerin aşılmaması için durumu kontrol altına almaya çalışıyorlar. Ya da öyle davranıyormuş gibi görünüyorlar. Bu şüpheyi haklı çıkartacak kanıtları bize Kanadalı sosyal aktivist, araştırmacı/yazar, film yapımcısı, neoliberalizmin gündelik hayattaki örgütlenmesini çözümleyen ve çok ses getiren No Logove Shock Doctrine kitaplarının yaratıcısı Naomi Klein sunuyor. Bu yıl, Oryantalizm kitabının yazarı Edward Said’i anmak için gerçekleştirilen etkinlikler dizisi kapsamında verdiği “Bırakın Boğulsunlar: Isınan Bir Dünya’da Ötekileştirmenin Şiddeti” başlıklı seminerde*, politik manevraların bile bir oyunun parçası olduğunu belgeleri ile ortaya koyuyor. İklime dayalı politik stratejilerin nasıl farklı coğrafyalarda baskı araçları olarak kullanıldığını anlatıyor. Fosil yakıtları pazarlayan şirketlerin fiyatlarını belirleyebilmeleri için beş yıllık ürün rezervlerine bugün sahip olmaları gerektiğini söyleyen Klein, topraktan çıkartılmış bu rezervlerin, aşılmasının felaket olacağı söylenen karbon miktarından fazlasına karşılık geldiğini açıklıyor. Bildiğimiz iklimsel koşulları tamamen değiştirecek iki derecelik artışa sebep olacak bu karbon seviyesi, karbon emisyonunu kontrol altına almak için fosil yakıtlara getirilmesi düşünülen kısıtlamaların tamamen bir sihirbazlık numarası olduğunu gösteriyor. Çünkü o miktar, çoktan toprak üstüne çıkartıldı bile.

Aynı seminerde Klein, Ortadoğu’da süren şiddetin küresel ısınma ile ilişkisini de kuruyor ve Eyal Weizman ve Forensic Architecture’ın yapmış olduğu araştırmaya referans veriyor. Weizman’ın The Conflict Shoreline[Çatışma Kıyı Çizgisi] adındaki kitabı referans olarak gösterilerek paylaşılan bir harita, insansız hava araçları ile yapılan bombalamaların yoğunlaştığı alanları ifade eden noktaların, yıllık ortalama 200 mm yağış alan yerleri gösteren kuraklık çizgisi ile kesişimini çarpıcı şekilde gösteriyor. Klein’a göre iklim yüzünden daha da zorlaşan koşullar, bu alanların kırılganlığını daha da artırıyor. Batılı askeri kuvvetler petrolün yoğun olduğu yerlere odaklanıyor, Batı kaynaklı bombardımanlar da kuraklığın en derinden hissedildiği yerlerde yoğunlaşıyor. Yoksunlukları birer tetik olarak kullanan çağdaş insan... Ona göre olup biten, bu çağa ait bir kolonyalizm. Lovelock’un 2020’de norm haline geleceğinden bahsettiği aşırı iklimsel koşullar ile beraber, insanlık dışı aşırı durumların da nasıl bir norm haline geleceğine dair erken bir gösterge gibi bu harita.

Lovelock’un geri döndürülemez olduğundan bahsettiği vahim durum ve Naomi Klein’ın işaret ettiği dehşet verici gerçekler, belli ki insanlığın oynadığı oyunu değiştirmesi için yeterli değil. Yaygın iklimsel felaketlerin başlangıcı olarak gösterilen 2 derecelik ısınmanın kritik eşiği, atmosferdeki 400 ppm karbon seviyesinin geri döndürülemez şekilde aşıldığı çok yakın zamanda açıklandı. Bu pek çok düşük kotlu ada yerleşimleri için bir son demek. Onları şüphesiz anakaradaki kıyı kentleri takip edecek. Aynı Lovelock’un 2040 yılında olmasını beklediği gibi...

2015 yılının son aylarında, Stockholm’de Domestic Futures sergisini ziyaret etmiştim. İnsanlığın geleceğini “Doğaya Dönüş” “Biyo-Teknolojik Yaşam” ve “Uzay Kolonizasyonu” başlıkları ile üç farklı senaryoya göre çerçeveleyen ve ev yaşantısı ile gündelik rutinlerin önümüzdeki 10, 20 ve 50 yılda nasıl değişeceğini sorgulayan bir sergiydi. Bu üç farklı senaryoyu, gündelik hayatın geleceğini etkileyecek 30 tasarımcıya ait spekülatif tasarım fikirleri ile tartışmaya açan sergi üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen, sergideki fikirler şimdiden radikalliğini kaybetmiş gibi hissediyorum.

Bugün, radikal gibi görünen şeylerin çok hızlı normalleşmesi de, insanlığın geleceğini etkileyecek olayların çok sık gerçekleşmeye başlaması da tesadüfi değil. Koşullar girişimleri de beraberinde getiriyor. Domestic Futures sergisinin “Uzay Kolonizasyonu” senaryosu kapsamına giren bir ana şahit olduk yakın zamanda. Pay-Pal online ödeme sistemi ile servetini elde etmiş, elektrikli arabalar ve süper güçlü piller geliştiren bir şirket kurmuş ve SpaceX adlı uzay havacılığı şirketi ile ününe ün katmış, vizyoner girişimci Elon Musk, SpaceX projesi ile Mars’a seyahatin detaylarını paylaştı. İnsanlığı gezegenler arası bir uygarlık haline getirmeyi amaçlayan projenin temelinde, Mars yolculuğunu bir kişi için orta büyüklükte bir ev fiyatına mal etmek ve başlangıç olarak her seyahatte bir uzay aracında 200 kişiyi Mars’a ulaştırmak yatıyor. Dünya’nın yörüngesine taşınan yolcular burada uzay araçlarında, 26 ayda bir gerçekleşen, Dünya ve Mars’ın birbirlerine en çok yaklaştıkları konum anını bekleyecekler ve bir filo halinde yola çıkacaklar.

Bu seyahati mümkün kılacak senaryo, sadece ulaşım teknolojilerini değil, aynı zamanda Mars’ın atmosferini öncelikli olarak yeşil bitkiler ve insanlar için yaşanabilir koşullara getirmeyi, yani Terraform denilen stratejileri de kapsıyor. Dünyasının koşullarını hayatta kalabilmesi için imkânsız hale getirmiş insanlığın, başka bir dünya yaratmayı umduğu yeni yuvasına ulaşma seyahatine dair bu sunumu internet üzerinden canlı izledik.

Sunum sırasında Elon Musk’ın arkasında dönen, kızıl gezegen Mars, sunum ilerledikçe yavaş yavaş Terraform sayesinde mavi-kızıl bir gezegen haline geliyordu. 15. ve 16. yüzyıllarda bilinmeyen yerlere varmak için çıkılan keşif yolculuklarından sonra, kendi yeni dünyasını yaratmak üzere yola çıkmaya hazırlanan insanlık için bir büyük yeni serüven yaklaşıyor. Muhtemelen yukarıdaki görüntü gelecekte, tarihteki en kült anlardan birine referans olacak, tabii insanlık bu hayaller gerçekleşmeden kendini yok etmezse...

Bugün, dünyayı kurtarmak adına, Kayahan’ın 91 yılındaki coşkusuyla hâlâ “Neden Olmasın” diye şarkı söyleyebilir miyim, emin olamıyorum.

“Umut dünyası bu dünya / Herkes kendi dünyasında / Herkes kendi hülyasında / Her gün bugün başka diye / Bugün dünden güzel diye / Bugün her şey güzel diye / Başlarken yeni güne / Bir umut / Bir umut içimizde”

Sonunda, insanlığın bugünü ve geleceğine bağlanan, birbiriyle alakasız gibi görünen tüm bu yazdıklarım içinde kendime nasıl bir rol yazacağımı kara kara düşünüyorum. Milton Glaser’ın yeşil Dünya’sı giderek kararırken, Elon Musk’ın kızıl Mars’ı giderek mavileşecek mi, yaşayarak göreceğiz. Ama galiba, Leonardo DiCaprio’nun uyardığı sele inat, Naomi Klein’ın işaret ettiği çorak topraklar, ne yazık ki insanın var oluş savaşı verdiği bu anda bile, kısır çatışmaların esaretinde kanla boyanmaya devam edecek. James Lovelock ise, eğer hâlâ hayatta olursa, ben —insanlığın sonu karşısında— Kayahan şarkılarına sığınırken, huysuz huysuz gülecek.

* Konuşmanın metni: Naomi Klein, “Let Them Drown: The Violence of Othering in a Warming World

bottom of page