Meslek Etiği: "Ticareti olmayan ama ekonomisi olan bir mimarlık var"
Professsional Ethics: “There is an Architecture that has an Economy but not Trade”
H. Cenk Dereli - Yelta Köm| 03/04.2016 | Mimarlık|
The authors scrutinising the forms of ethical behaviour in contemporary architectural practices, in the article, written in the form of an interview, state that the profession should be evaluated “in the frame of ethical principles like the rights of the planet and right to housing, rather than vague ethical principles that try to cover everything”.
Güncel mimarlık pratiğindeki etik davranış biçimlerini söyleşi tarzındaki yazılarında irdeleyen yazarlar, mesleğin “her şeyi kapsamaya çalışan muğlak etik ilkelerle değil de, gezegen hakkı, barınma hakkı ve benzeri belirli sayıda etik ilke çerçevesinde” tartışılıp değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyorlar.
“Günümüzde mimarlık alanı bir değişim içinde, aslında son dönemde farkına vardığımız bu değişim, yeni değil. Berardi’nin dünya için dediğini biraz değiştirirsek. Bildiğimiz anlamda mimarlığın bittiğini daha önce de deneyimlemiştik.(1) Bugün yine değişen bir alfabeyi, belki tekrarlayarak konuşuyoruz ama gelişen teknolojiler, gezegenin karşı karşıya olduğu tehlikeler belki her zamankinden daha görünür. Sermayenin mimari ile ilişkisinin anlam üzerinden meşrulaşması gittikçe bulanıklaşıyor, yine yeni bir pratik söylemi popüler. Ama belki de popüler olması gereken, mimarlığın çeşitliliği, birbirlerine kırdırmak yerine konuşturmayı denemek.”
Yelta Köm: Ben mimarlığın dönüşen alfabesinin, halkın karar mekanizmaları ile iyi mimarlık tartışması arasında sıkışmış olarak görüyorum. Son dönemde gündem, iyi mimar olmanın yolu sosyal duyarlılıktan geçer diyor sanki böyle bir kanaat var. İyi mimar, iyi mimarlık sosyal meseleleri konu etmek zorunda mı? Provakatif ve bununla beraber iyi bir soru.
Hasan Cenk Dereli: Evet, iyi mimarlık ve etik iyi bir başlangıç noktası, bu ikisi ne kadar alakalı ya da mimarlıkla etik bir şekilde birbiriyle ilgili mi diye de sorulabilir. Bence kendi başına mimarlık pratiği bir ahlak sistemi tanımlamıyor, bunun sebebi de tek bir varoluş alanının olmayışı. Ekonomiye, politikaya ve kültüre çok bağlı ve böyle olduğu için mutlak bir etik anlayıştan veya bir şekilde birçok yerde benzeşen etik anlayışlardan bahsetmek çok kolay değil. Belki mimarinin etik anlayışının gezegen ve insan odaklı bir temeli olabilir. İklim ve insan hakları gibi konuları kapsar şekilde paranteze alındığında, genel olarak mimarlıkta etik ilkelerden bahsetmek mümkün olabilir. Bunların dışında ise etik olarak öyle bir çerçeveye girmeye ihtiyacı yok mimarlığın, yani genel geçer bir durum yokmuş gibi görünüyor.
YK: Ben de biraz öyle düşünüyorum. Şöyle bir durum var, insanlara daha iyi bir yaşam sunmak için diye söze başlamak bile, bir tuzak.(2) Bu söylemin içinde daima etik yok, çünkü her görüşün, her ortamda söyleyebileceği bir söz ve rahatlıkla bulunduğu kalıba göre şekillenebilir. Ama dediğin gibi, iklim, insan hakları gibi gezegen ve insan odaklı değerler bütününün dışında, mimarların etik alanının çok dar olduğunu düşünüyorum. Bir yandan bunun üzerinde düşündükçe, mimarlığı sadece bina yapmak çerçevesinde konuşursak, binada seçilen malzemenin nasıl üretildiğinden, yaşama nasıl karıştırdığından, sağlık ile ilgili meselelerine dek mimarlık etiğinin parçası olan seçimler olabilir. Çünkü gezegendeki tüm türler için bir karar vermiş oluyorsun.
HCD: Peki, bir de şöyle bakalım, kelime anlamıyla etik ne demek?
YK: Nişanyan Etimolojik Sözlük’de “ahlaki, ahlakla ilişki, örf, ahlak töre” olarak geçiyor. TDK’ya baktığımız da ise, ilk anlamı töre bilimi. İkinci anlamı ise çeşitli meslek kolları arasında tarafların uyması ve kaçınması gereken davranışlar biçimi. Üçüncüsü etik bilimi, dördüncüsü yine ahlak ile ilgili. Bunlarla beraber düşününce, etiğin dahası ahlakın, sınırlayıcı bir tarafı var. Mimarlık tartışmalarını, meslekî tartışmaları bir kurallar bütününün içine soktuğumuz zaman, uyulması ve kaçınılması gereken davranış biçimlerini tanımlıyor. Bu tanımların da tartışmaları kısıtlayacağı aşikâr. Bir yandan da modernist bir tavır gerçekten. O zamanın dünyasında bugün belki bizim etik olarak görmediğimiz birçok şey var. Yeni mimarlık pratikleri mesela, Herkes İçin Mimarlık’ı (HİM) düşünelim. Konvansiyonel pencereden bakınca müellif meselesi ortaya çıkıyor, HİM’in pratiği bir anlamda müellifliği ortadan kaldırma denemesi, o durum savunuluyor. (Resim 1)
HCD: Aynı zamanda HİM, mimarın kendine tanımlanan rollerden vazgeçtiği, kendine yeni roller keşfettiği bir profesyonel kişi olarak sürecin içinde yer aldığı ve kendi süreçlerini ve becerilerini empoze etmediği bir rolden bahsediyor. Diğer yandan ise mimarın rolü bir tasarlayan olarak çok belirgin değil gibi bu tarz bir yaklaşımda.
Etik deyince, toplumsallığın içinden gelen bir kültürel alandan, yaşayış biçimden bahsediyor olmamız lazım. Onun bağlamı içinde bir davranış “etik” oluyor ya da olmuyor. Eğer o çerçeve yoksa işte o zaman kurallardan bahsetmek mümkün değil. Durum öyle olunca da hep birbirini bağlayan parantezlerden bahsetmeye başlıyoruz ve parantezler olmadığı zaman da etik diye bir şeyden bahsetmek imkânsız hale geliyor. Yani öncelikle bir pozisyon alman gerekiyor. O pozisyonun ilkeleri olması gerekiyor. Sonra da ona göre etik veya etik değil diye bir tespit yapabiliyorsun.
Bunu mimarlık üzerinden düşünelim. Philip Johnson bir konferansta, Rob Krier’e cevap olarak, “benim ilkelerim yok […] ben bir hayat kadınıyım ve gökdelenler inşa etmek için oldukça iyi para alıyorum”(3) der. Demek istediği şu: Mimar, müşteri olarak tanımlanabilecek karakterlerin kendisinden talep ettikleri doğrultusunda hizmet veren bir karakter ve o hizmeti verebilmek için de yapmayacağı şey yok. Bunun gibi alıntılar, mimarlık ortamında o kadar tutuluyor ki, artırılarak üzerine konuyor. Mimari çevrimiçi platform Archinect’in tartışma forumlarından birindeki başlık şöyle: “Philip Johnson bir hayat kadınıydı. Rem Koolhaas bir porno yıldızı.”(4) Mimarın kimliğine dair bunlara benzer tarifler, tarif edenlerin yaşadığı politik ekonomik ortama ve onların mimar denilen kişiye ne rol yüklediği ile alakalı tabi ki. Ama Philip Johnson’ın oldukça sert bir şekilde tarif ettiği mimarın mesleki rolü sanırım oldukça kalabalık bir meslek insanı kitlesi tarafından paylaşılıyor.
YK: Aslında mimarlık mesleğini etik ilkeler açısından değil de belki de, Mark Wigley’in söz ettiği “public intellectual”(5) tanımından yola çıkarak değerlendirmeye devam etmek daha zengin bir alana taşıyabilir tartışmayı. Çünkü bu kavramın meslek etiğinin içine sıkıştırılmış alandan bizi çıkarma şansı var. Aklıma mesela kente olan müdahalelere karşı çıkmak, mücadelelerin içinde olmak gibi örnekler geliyor, bunlar önemli ve onurlu duruşlar. Ama bunlar insanlığa, yaşam alanlarına dair durumlar, bunları mimarın veya mimarlığın zorunlu yükümlülükleri olarak düşünmek mimarlık alanını kısıtlıyor.
HCD: Mimar ve mimarlıktan bahsediyoruz ama mimar da belli bir iş alanına hizmet üreten bir karakter. Nedir mimarın ilk akla gelen iş alanı? İnşaat sektörü, yapı yapım alanı… En temelde yapı yapma odaklı tabi, ama mimar olarak görevin başka alanlarda da olabiliyor. Örneğin belediyede ya da sivil toplum örgütünde çalışabilirsin, tasarımcı, denetçi, organize eden ve bunun gibi rollerde çalışıyor olabilirsin. Yapı üreten olmayabilirsin ama yine de “public intelectual” kavramı içinde o mesleği icra edebilirsin. İçinde yer aldığın sektörün kuralları içerisinde, kendi tariflediğin ilkeler doğrultusunda hareket ediyorsun. Yani mimardan sahiplenmesi beklenen etik ilkeler, ancak onun hizmet verdiği sektörün kendisinin hangi etik ilkelerle işlediğiyle alakalı. Herhangi bir şekilde meslek insanından “iş bitirici” olması bekleniyorsa, bir yere bir şey inşa edilecekse, izni alındığı, kanunlara uydurulduğu sürece meslek erbabının yaptığı o bağlamda etik addediliyor.
YK: Ben bu konuyu ara ara başka meslek gruplarıyla da konuşuyorum. Mesela avukatlar, onlar herkesin yargılanma ve savunma hakkı olduğunu savunuyor. Hukuka göre değerlendirmek, bir yerde kolaylaştırıcı oluyor. Çünkü yazılı kurallar dizisi var. Mimarlıkta ise bu durumda ne oluyor? Akla gelen ilk örnek emsal. Emsale göre burada müşterinin hakkı buysa, mimar ben bunu yaparım diyor, ki etik burada ortaya çıkıyor. Mimar eğer bunu tüm gezegenin toplumun yararları ekseninde yorumlayıp yapıyorsa, etik ilkelerden belki söz edilebilir. Çünkü herkesin mimarlık hizmeti alma hakkı var.
HCD: Ya da iyi tasarlanmış kentsel alanlarda yaşamak herkesin hakkı olmalı da denilebilir.
YK: En baskıcı yönetimlerde de olsa, en özgür yönetimlerde de olsa, bu hak var olmalı. Mimarın bu hakkı nasıl kullanacağı, ne yapacağı önemli olan. Ama mimarlık özgürleştirir mi, insanların hakkını geri verir mi, bundan çok emin olamıyorum ben.
HCD: Bu garip bir pozisyonda tutuyor insanı. Biraz önce avukat örneğinden yola çıkarak tarif ettiğin çerçevede, meslek insanının konumu berraklaşıyor sanki. Avukatlıktan ya da başka bir meslekten, mesela doktorluktan da örnek verilebilir. Hipokrat yemini adıyla edilen yemin doktoru, din, dil, ırk, ayrımı gözetmeksizin, yardıma ihtiyacı olan bir kişiye, zarar vermeyecek şekilde, elinden geldiğince onu kurtarmak için yükümlü kılıyor. Bu çok net bir çerçeve. Mesleğin nasıl yapılması gerektiğine dair diğer pratik şeyler de çok net olduğundan ve meslek doğrudan insan hayatıyla ilişkili olduğundan, daha tarifli bir alanda hareket ediyor doktor.
Bu bağlamda mesleğini doğru yapıp yapmamanın yanında, kararlarını yönlendiren kişisel ilkelerin esasen etiğin konusu haline geliyor. “Ben bu insana doktor olarak müdahale etmem, onu tedavi etmem” demek gibi bir karar mesela. Ya da avukatın “bu zanlıyı, savunabilecek bir tek ben kalsam bile savunmak istemiyorum” demesi gibi bir pozisyon alıyor oluşu, onun meslek etiğinin içinde mi dışında mı olduğuna dair tartışmaları doğuruyor. Mimarlıkta, emsal üzerinden verdiğin örnek, emsalin kendisi çok kolaylıkla değiştirilebilir, göreceli ve pek çok dış etkene bağlı bir rakam ve tarif olduğu için “mimar, etik davrandı mı davranmadı mı?” tartışmaları için yeterli bir zemin olamıyor maalesef.
Bu detayda bir bağlam galiba asla yeterli değil. Yaşadığımız bu anda, mimarlık açısından daha büyük ölçekli çerçeveler kurmak gerekiyor. Belki bunları konuşmak mantıklı olabilir. Mimar dediğimiz karakterin, Wigly’den alıntıladığın gibi o kamusal entelektüelin (public intellectual) bugün yaşadığı dünyadaki sorumlulukları ne? Bu sorumluluk o istese de istemese de onun omuzlarında mı, yoksa tercih yapma şansı var mı? Mimarlık mesleğinin de parçası olduğu bütün bu inşa faaliyetin kendisi, her an farkında olmasak da, ocak açmak için yeşil alanları yok ediyor, ocaklardan çıkan taşları taşıyan kamyonlar ve gemiler fosil yakıtları doğaya salıyor, alüminyum gibi madenlerin işletilme ve işlenme sürecinde pek çok zehirli atık oluşuyor ve bunların depolandığı barajların yıkılmasıyla çevre felaketleri yaşanıyor. Bunlar gibi daha pek çok olay… Aslında bütün hepsi mimarlık mesleğinin alanı içindeler. Ve ne kadar derinlikli düşünürsen bu kılcallar o kadar görünür hale geliyor. Bunları ne kadar az düşünürsen, mesleği sadece belli bir alanda proje üretmen için sana verilen bütçeyle sana tarif edilen iş tanımının çizdiği özgürlük alanı içinde bir şey yapmak olarak çerçevelersen, bunları dert etmene de gerek kalmıyor.
Bakış açısı bağlamı belirliyor. Bu yüzden bu saydıklarımı dert edenlerin kurduğu etik anlayışları konuşmak daha anlamlı geliyor bana. Yani mimarlık için genel geçer bir etik peşinden koşmaktansa, mimarlık içindeki farklı pozisyon alışların tariflediği etik anlayışlardan bahsetmek daha işe yarar bir tartışma olabilir. Böylece aynı kaynağın ürettiği eylemlere, söylemlere ve her ikisi arasında yaratılan ilişkiye eleştirel bir bakışla yaklaşabiliriz.
YK: Kıbrıs’ta öğretim üyesi, Hossein Sadri(6)’nin mimarın meslek etiği ve mimarın insanlara karşı sorumlulukları üzerine birkaç metni var. Mesleğin sorumluluklarını çizenler genelde Meslek Odalarıdır deriz ya, o da şöyle diyor: “Bu meslek etiği, kimi zaman mimara kişisel sorumluluklar yüklemekte, meslek çıkarlarını koruma eğiliminde olmakta ve mimarların kolektif sorumluluklarını göz ardı etmekte.” “Kolektif sorumluluk”(7) kavramı, tam da biraz önce senin bahsettiğin durumları tanımlıyor. HCD: Mimarların kendilerine çizdiği çok tanımlı çerçeveler olmadığı için; kalabalık da olsa az sayıda insandan da oluşsa, bir grup mimarın, kendine edindiği rollere dair tartışabildiğimiz bir yere varıyoruz sonunda. Bu çerçeve de şunlar gibi sorular sormaya yarıyor: Yaşadığımız anda, iş yapma ortamı ya da çevre felaketleri dolayısıyla, mimarlık yapmamak, bir etik tercih olabilir mi? Alternatif olarak gösterilen mimarlık pratiklerinin, yeni iş yapma biçimleri tarifleyen etik anlayışlar yarattığından bahsetmek mümkün mü?
Mimarlık dünyası içindeki bu farklı yaklaşımları ve onların destekçilerini görünür kılan çok çarpıcı bir örnek ile karşılaştık yakın zamanda. Ofisi Elemental ile birlikte gerçekleştirdiği Quinta Monroy (Resim 2) isimli sosyal konut projesiyle temel sosyal haklardan yoksun, dar gelirli kesim için ürettiği projenin yanında pek çok yüksek bütçeli iş de yapan Alejandro Aravena önce 2016 Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörü oldu. Takip eden aylarda da mimarlığın en prestijli ödüllerinden Pritzker Ödülü’nü kazandı. Bir çevrimiçi blogda Aravena’nın hangi sebeplerden bu ödülü almaya layık görüldüğünü anlatan haberin altına, Zaha Hadid Mimarlık’ın yöneticilerinden Patrik Schumacher’in yazdığı yorumlar oldukça tartışma yarattı. Schumacher yorumunda, bu ödülle mimarın rolünün daha geniş sosyal ve insanî ihtiyaçlara hizmet etmek olarak işaret edildiğini ve ödül sahibine, küresel konut kriziyle mücadelesi dolayısıyla selam durulduğunu, bu görüşe katılmadığını vurgulayan bir tonda söylüyordu. Ona göre “mimarlık kendi belirgin sosyal görevi ve sorumluluğunu kaybediyor, mimari inovasyon, soylu niyetlerin gösterisiyle yer değiştiriyor ve disiplinin başarı kriteri ve mükemmeliyeti, sosyal adalet peşinde koşan muğlak “iyilik yap, iyi hisset” sloganlarına odaklanmış eylemler içinde çözünüyor.“(8) Bir yanda, yüksek bütçeli projelerin yanında mimarlık içinden sosyal ve ekonomik çözümler yaratmaya çalışan bir mimar; diğer yanda, bu görüş odaklı mesleki pratiği küresel politik doğruculuğun bir aracı olarak gören ve dünya üzerinde inşa edilen en pahalı projelerin müelliflerinden biri olan bir mimar.
YK: Meslek etiğine dair UIA’nın da yayınladığı(9) birkaç metin var. Onlarda şöyle şeyler deniyor: “Mimar işi geciktirmez. Makul bir sürede yapar. Çalışanların mesleki ahlak kurallarına uymasını sağlar. Ücret dışı bir bedel kabul etmez. Kendinden talep edilmediği sürece bir ücret teklifinde bulunmaz. İşin almak için özendirici bir teklifte bulunmaz. Meslektaşının işini elinden almaya kalkışmaz. Müşterinin mahremiyetine saygı gösterir. Mimarlık örgütlerinin sakıncalı bulduğu yarışmalara katılmaz. Meslektaşının aynı iş için verdiği teklife bakarak fiyat kırmaz.” Bunlar gibi meslek pratiğinin içinden üretilmiş kurallar dizisi. Ama onlar da sosyopolitik ve ekonomik ekosistem değiştikçe geçerliliği sorgulanır hale geliyor.
“Mimar kendisinin müşterisi olamaz” , “Biz oturduğumuz yerden proje üretemeyiz” gibi görüşler de var. Mimarlık mesleğini icra ederken, müşteri sana gelir, sen de işin erbabı olarak ona hizmet verirsin. İş etiği gereği bu böyledir denir. Ama bugün girişimcilik, teknoloji, kolektiftik, müştereklik gibi kavramlar bunları bozuma uğratıyor ve açıkçası iyi oluyor.
HCD: Biraz önce okuduğun görüşler, gerçekten de meslek pratiğinin içinden türemiş. Yani iş yapma biçimleri içinde inceltilmiş başlıklar bunlar. Ücretlendirme, çalışanlarla ilişki ya da bireysel olarak kendi emeğin gibi konuları kapsıyor. Bazıları biraz da iş hukuku ile alakalı. Onlardan başka piyasa pratiklerini de deşen ve bozundurabilecek cümleler de var aralarında. Bunlar alt alta yazdığında hepsi bir davranış ve ortam bütünü oluşturuyor. Fiyat kırmayıp, başka bir meslektaşın ile kendinin uzun ve kısa vadede kazancını baltalamamak da bunun bir parçası. “Müşteriyi proje olsun diye özendirmez” denmiş, ama bugün herkes yeni bir iş yaratıp onu satmaya çalışıyor. “Kolektif sorumluluk” olmadığı sürece, tabi ki fiyat kırılıyor, tabi ki projeler havalarda uçuşuyor, tabi ki fazla mesai yaptırılıyor. Kolektif sorumluluk yerine, “kolektif sorumsuzluk” hâkim olduğunda, fazla mesainin ücretlendirilmemesi gibi şeyler de mesleğin normali haline geliyor, kanıksanıyor.
Meslek ortamımızda, az önce bahsettiğimiz iş alıp verme düzenini yaratan kişi ve kurumların karşıtı olan pratikler, bunların gerçekten ne kadar dışında diye de düşünmek lazım. Bu konuştuklarımız hep piyasa lügati içerisinde kalan şeyler. Çalışma saatleri, ücretlendirme, müşteri ilişkileri ve benzeri hepsi bir hizmet olarak, ticari bir meslek olan mimarlığın konuları. Ticari olmayan bir mimarlık da var mı bugün, ne dersin? Bağımsız inisiyatiflerin girişimleri, derneklerin, vakıfların ürettiği ticarete dönüşmeyen bir mimarlık var bence.
YK: Şöyle denilebilir, ticareti olmayan ama ekonomisi olan bir mimarlık var. Aklıma gelen kendi coğrafyamızdan güncel örnek Plankton Project, yerelde daha mimar titri bile olmadan yaptıkları pratik, bir yerde de yetkinlik meselesini sordurtuyor. (Resim 3) Uluslararası alanda geçtiğimiz sene Turner Prize’ı alan Assemble’ı düşünelim. (Resim 4) Yaptıkları pratik sanat ve mimarlık kesişiminde ve çoğunlukla amaçları halkı proje süreçlerine katmak, paydaşları iş birlikçi haline getirmek, amaç ticari olmasa da, bir değerler ekonomisi durumu var.
HCD: Doğru, yani alınır satılır bir ticari ürün üretmeyen, ama kendi ekonomisi olan, paydaşların emeklerinin karşılığını aldığı, ekonomik fayda veya zarar üreten mimarlık yapma biçimleri de var. Mimarlık dediğimiz zaman ilk anda ticari değeri olan bir proje üretmek için çalışan bir meslek aklımıza geliyor. Ama ticari olmayan bir proje üretmeye başladığı zaman mimar, o zaman başka bir mimarlıktan ve mimar rolünden söz etmek mümkün oluyor.
YK: Kamuda çalışan mimarlar var, ama onlar doğrudan ticari bir mimarlık üretmiyorlar. Buna ne diyorsun?
HCD: Ama onların da her ürettiği şey, kamunun temsili olduğu politik ekonomik düzen her ne ise; onun metaya, mekâna dönüşmüş hali. Mimarlık ofisinde üretilen ticari mimarlıktan çok da farklı değil diye de insan düşünüyor. En azından aynı sistemin parçası.
Tekrar konuya dönmekte fayda var sanırım. Bahsettiklerimiz genel olarak mimarlığı farklı yapma biçimleri, farklı yönler gibi görünüyor. Etik bunların içerisinde ne kadar bir alan kapsıyor, ya da bütün bu mimarlık yapma pratiklerinin göz kırptığı ortak etik ilkeler var mı? Yeni etik düzlemler tarif eden mimarlık yapma biçimleri var mı? İpek Akpınar’ın dediği gibi dil değişirken yeni mimarlık ve etik ilişkileri kuruluyor mu? Bunu konuşmak lazım. Ne diyorsun?
YK: O noktada “yeni” etik ile kurulacaksa, etiğin de yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hali hazırda sürekli bahsedilen bazı etik ilkeler, mesleğin davranış bozukluğunu düzeltme araçları gibi kullanılıyor. Hep dediğim bir şey var: Biz kurallar da koysak, kuralların hepsi esnetilebilir, kalıplara girebilir. Sosyal mimarlık yaklaşımları olsun, toplum duyarlı mimarlık yaklaşımları olsun, bunlar aslında insani durumlar. Biz insan olarak bu gezegende ne yaptığımıza nasıl var olduğumuza karar verdikten sonra, meslek yapma biçimimiz de ona göre değişiyor. Bir yere bina ya da proje yapacağın zaman, orada toplumsal dönüşümün nasıl olacağını öngörüyorsan, birilerini evinden edeceksen, birileri senin yaptığın şeylerden dolayı evsiz kalacaksa, bu tamamen etik dışı bir davranış, çünkü barınma hakkını ellerinden alıyorsun. Böyle düşününce, konuyu belki esas meselelere indirgeyip, her şeyi kapsamaya çalışan muğlak etik ilkelerle değil de, gezegen hakkı, barınma hakkı ve benzeri belirli sayıda etik ilke çerçevesinde tartışıp, mesleği de bu çerçevede değerlendirmek daha anlamlı. En başta da bunu konuşmuştuk zaten.
Mimarın kendi kendisinin müşterisi olamayacağını söyleyen mesleki yaklaşımdan bahsetmiştik ama sen kendin mimar ve insan olarak dertlenip, kendin de bu dertlenmelerini odağa alan bir iş yaratabilmelisin aslında. Bu bağlamda bir mimarlık objesi ortaya koymak isteyebilirsin. Kendi kendine onu yarattığın için mimarlık mesleğini icra etmiyor mu olacaksın?
HCD: Gerçekten, belki gezegen hakkı gibi konulara odaklanıp, bu tartışmayı orada bağlamak iyi olabilir. Gaia-Yaşayan Dünya Hipotezi(10) ya da Antroposen Çağ(11)’a ait teorilerin açmaya çalıştığı insanlığın yaşamını doğrudan etkileyen gerçeklik, tekil bir mesleğin alanı değil sadece. Mesleklerden öte, doğrudan insanlıkla alakalı bir mesele. Bence bu koşullarda, mesleği sadece kendi meselelerine odaklanan bir eylem alanı olarak kristalize etmek makul değil. “Kolektif sorumluluk” ve örgütlü hareket etme kapsamında, Gaia-yaşayan dünya ölçeğindeki biraraya gelişlerin tanımladığı bir etik anlayıştan bahsetmek ve bunu meslekler üstü bir yaklaşım olarak tarif etmek mimarlık mesleği açısından da ilginç olabilir.
Bunun örnekleri de var. Mesela biliyoruz ki sosyal sorumluluk odaklı mimarlık pratikleri sadece mimarlardan oluşmuyor. Bu disiplinler ötesi çalışma biçimi, mimarın ofiste mühendislerden ya da peyzaj mimarı gibi diğer yakın alanlardaki profesyonellerle yaptığı iş ortaklığından farklı. Gezegen ekseninde, bağlamı meslekler üstü bir etkileşim şeklinde kurunca, tasarım ofisinde çalışan ya da ofisi yürüten mimar için meslek sadece bir çizim teslim etmekten fazlasını ifade etmeye başlamalı diye düşünüyorum. Kamuda çalışan bir mimar için de, mimarlık, ona iş olarak tarif edilenden daha farklı anlamlara gelmeye başlamalı sanki. Farklı alanlardan profesyonellerle de biraraya geldiğinde, onlarla benzer etik ilkeleri paylaşıyor olman lazım ki, o iş ortaklığı yürüsün.
Tüm dünyanın var oluşuna dair hassasiyetleri içeren, meslekler üstü bir çerçeve, yaşam hakkını tarif etmeye başladığında etik tartışmalar için ilginç bir düzlem yaratılmış oluyor bence. Bu mikro ölçekte etkileri olan makro bir bakış açısı.
Dünya bir felakete gidiyor. Ama bir yandan biz “çılgınca” inşaatlar yapmaya devam ediyoruz, hiçbir sorun yokmuş gibi davranıyoruz. Hatta insanlığın sebep olduğu ekosistem felaketlerinin bile piyasa dili içinde, onun yapageldiği şeyleri güçlenerek yapmaya devam etmesinin aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu sadece mimarlık için geçerli değil, tüm mesleklerde var. İnşaat burada sadece bir örnek.
NOTLAR
1. Aranda, J.; Wood, B. K.; Vidokle, A. (eds), 2015, The Internet Does Not Exist, Sternberg Press, New York.
2. “Ayazma’da iyi yaşa, olmadı Ataşehir’de lüküs!”, mutlukent.wordpress.com/2010/10/31/ayazmada-iyi-yasa-olmadi-atasehirde-lukus/ [Erişim:02.02.2016]
3. Schulze, Franz, 1994, Philip Johnson: Life and Work, University of Chicago Press, Chicago.
4. “Philip Johnson Was A Whore. Rem Koolhaas Is A Porn Star”, archinect.com/forum/thread/34022/philip-johnson-was-a-whore-rem-koolhaas-is-a-porn-star [Erişim:05.02.2016]
5. “Mark Wigley | Architectural Theory: Evolution in Architectural Intelligence”, www.youtube.com/watch?v=NKKpTCVYjhs [Erişim:05.02.2016]
6. Sadri, Hossein, 2012, “Mimarlıkta Meslek Etiği ve Mimarların İnsanlığa Karşı Sorumlulukları”, İş Ahlakı Dergisi, cilt:5, sayı:9, ss.71-96.
7. Sadri, 2012.
8. “Architects ‘Are Never Taught The Right Thing’, Says Alejandro Aravena”, www.dezeen.com/2016/01/13/alejandro-aravena-interview-pritzker-prize-laureate-2016-social-incremental-housing-chilean-architect/ [Erişim:02.02.2016]
9. Birkan, Güven, 2010, “MESLEK ETİĞİ, MESLEKTE YANLIŞLAR-DOĞRULAR: UIA VE ACE Metinlerinin Düşündürdükleri”, Mimarlık, sayı:351.
10. Gaia-Yaşayan Dünya: 1960’lı yıllardan beri hipotezi formüle edenlerin öncülerinden biri olan Kimyager James Lovelock, teorisinin adını antik yunan medeniyetinde dünyayı temsil eden tanrıçadan almıştır. Lovelock Gaia teorisini, dünya üzerindeki her şeyin, havanın, suyun, toprağın ve canlı organizmaların, yaşamı destekleyecek ve devamlı kılacak uygun koşulları korumak için küresel ölçekte kendi kendine organize olan bir şekilde beraber hareket ettiğini ileri sürer. Turney, Jon, 2003, Lovelock and Gaia: Signs of Life , Columbia University Press, New York.
11. Antroposen çağ: Yaklaşık olarak 1800’lerin başında fosil yakıtların kullanımının aşırı yaygınlaştığı endüstrileşmeyle başladığı kabul edilen, o günden bugüne insanların ve toplumların küresel jeo-fiziksel kuvvete dönüştüğü çağ olarak tariflenir. Antroposen teorisi, dünyanın doğal jeolojik evrelerini sona erdiğini söyler. Doğanın büyük güçleriyle rekabet halindeki insan aktivitelerinin baskın hale gelerek dünyayı artık bilinmeyen bir geleceğe sürüklediğini öne sürer. Teoriye göre, dünya artık hızla biyolojik olarak daha az çeşitliliğe sahip daha az ormanlık, daha sıcak ve muhtemelen daha ıslak ve fırtınalı bir yer olmak yolundadır. Küresel bu değişimler insanlar ile doğanın geri kalanı arasındaki ilişkide meydana gelen büyük değişimin somut kanıtı olarak gösterilir. Steffen, Will; Crutzen Paul J.; McNeill, John R., 2007,“The Anthropocene: Are Humans Now Overwhelming the Great Forces of Nature?”, AMBIO, cilt:36, sayı:8, Royal Swedish Academy of Sciences, Stockholm, ss.614-621.